Soruyorlar, nedir bu 9 Haziran, İnebolu’da neler olmuş?. Bu güne kadar çeşitli yazılı kaynaklardan ve büyüklerimizin anlattıklarından öğrendiklerimizi soranlara anlatıyoruz, ama gerçekten o gün İnebolu’da tam olarak ne yaşanmış ben de merak ediyordum. Günün birinde tarihimizi araştıran ve bulduklarını kitaplara yazan Mustafa Eski hocamızın ‘İsmail Habib Sevük’ün Açıksöz’deki Yazıları ”adlı kitabının en başına koyduğu “Kılkış’ın Hüner’i ”yazısını okuyana kadar. Bu yazı aynı zamanda
9 Haziran günü İnebolu’da bulunan İsmail Habib Sevük’ün, Açıksöz Gazetesinde yazdığı ilk yazı olduğunu da kayda geçiren Mustafa Eski hocamıza, buradan
İnebolu adına çok teşekkür ederim. Çok beğendiğim tarihi yazıyı aynen aktarıyorum.
KILKIŞ'1N HÜNERİ
Geçen ki Perşembe günü İnebolu için dalgalı bir gün oldu. Sabahleyin alaturka on ikide, odamdan çıktığım vakit hiçbir şeyden haberim yoktu. Çarşının tepsi dilimi gibi düz ve mütevazi sokaklarından geçerken, denize giden caddenin birinden direkleri kuleli bir gemi gördüm: Kılkış!
Doğru, Yalı Kahvesi'ne gittim, kalabalık bir halk vardı. Kılkış, kamı fazla şişmiş ve tokluktan yürüyemeyen bir deniz hayvanı gibi, ağır ağır iç iskeleye doğru geliyor. Bir hafta evvel kasabayı şöylece ziyaret edip giden beş bacalı bir torpido da anasını bırakmak istemeyen bir sırtlan yavrusu gibi; bir aşağı! bir yukarı asabî ve acûl dolaşıp duruyordu.
Kimsede fazla bir telâş yoktu. Hepimiz sanki bir sinema seyrediyorduk. Gemiden bir filika indi, önündeki beyaz bayraktan anlaşılıyordu ki mükâleme için geliyordu.
Biraz sonra dudaklarda "Bir nota vermişler” sözü dolaşıyordu. Düşman iki saatlik bir müddet vermiş. Bu talebi kabul edilmezse kasabayı topa tutacakmış. Her ruhta asabî bir seyyale dalgalandı. Halk yavaş yavaş dağılmaya başladı. Dip sokaklarda, kasaba haricine kaçışan kadınların hali, ani hicretlerin heyecanlı manzarasını gösteriyordu Kiminin kucağında bir çocuk, kiminin koltuğunda bir bohça, dönme dolaplı salıncaklarını bırakarak süslü elbiseleriyle bayramın-zevkini tadamayan çocuklar annelerinin çarşaflarına yapışmış, emin mahallere koşuyorlardı.
Ben bir arkadaşımla manastır tepesinin üstüne çıkmaya karar verdim.
Burası belki biraz tehlikeliydi, fakat bombardımanı orada her yer iyi seyredebilecektik. Yeşil ağaçlı sırtların taşlı ve dik yokuşlarını tırmanmaya başladık.
Damları bu taraflara mahsus bir nevi taşla örtülü köy evleri, ağaçların arasına gömülerek kendilerini Kılkış'ın nazarlarından saklıyorlar gibiydi,
Biz tepeye varmadan, bombardımanın başlamasından korkuyordum.
Notadaki müddet bitmeden tepeyi tutmak lâzımdı. Lâkin sırtlar dikleştikçe ayaklarınız geriliyor ayaklar mavilik görünüyor, başlınızın üstündedc esrarll çanı hlşrlılarjnjn rnczârnir-işi iriyyeti esiyordu—
Tepeye çıktık: Önümüzdeki bütün İnebolu, kırmızı kiremitli çarşısıyla yağlı boya bir tablo gibi…Deniz, o bir gün evvelki kuduran, çıldıran deniz parıltılı bir ayna gibi. Üstünde dolaşan iki gemi de eski Roma sirklerinde insan parçalamak için, sahneye çıkmadan evvel kafeslerinde homurdanan canavarlar gibi.
Arka cihete baktık: Biri sağdan, diğeri soldan birbirine karışan iki derenin, kurusu çok çakıllı mecralarında yer yer insan kımıldanışları var.. Ekseriyeti kadın olduğu; bulunduğumuz yüksek yerden pek güç seçilen bu karınca manzaralı insanlara, karşı tepelerin karnını dolaşa dolaşa, boz bir kuşak gibi uzayıp bükülen şosenin üzerinde bile tesadüf ediliyordu. Önümüzdeki tepelerin hörgüçlü manzaralarına pek mi dalıp gitmiştik bilmem, birden uyandık:
Güm... Derhal deniz cihetine çevrildik. Belirsiz bir alevi müteakip bir top daha patladı. Kılkış, buradan daha yayvan görünen battal gövdesiyle hareketsiz ve ağır duruyordu. O bilmem kaçıncı gülleyi atarken, arka taraflarından da beyaz köpüklü bir su şutunu yükseldi. Bu karşılıklı düello çok sürmedi. Geminin tam kıç tarafında bir su sütunu daha yükselince, deminden beri demirlemiş, lakayt duran Kılkış, kuyruğuna basılmış bir timsah gibi kımıldandı. Bütün sür‘atiyle denize doğru açılıyordu. İyice açıldıktan sonra, arka toplarından biriyle bir gülle attı. Bir arkadaşımın evinin tam yanı başından, hastanenin biraz ilerisindeki boş arsanın üstünden bir toz sütunu kalktı.
Ondan sonra sustular. Gemiler gittikçe uzaklaştılar. Hele torpido, buradan ancak küçük bir kertenkele kadar görünüyordu. Gemiler İstanbul cihetine doğru gitmeye başladılar. Bizde artık tamamen gittiklerine kanaat getirdik.
Dik ve çakıllı inişleri bitirip de aşağıya vardığımız vakit, kendimizi bir panayır yerinde şandık. Kalabalık yukarıda gördüğümüzden daha fazla idi. Aradan iki, üç saat geçtiği için herkes tehlikenin savuştuğu zehabında idi. Ben de kasabaya doğru gidiyordum. Fakat tuhaf. herkes acele acele kasabadan beriye doğru geliyor. Şosenin son köşesini dönüp de karşımda birdenbire Kılkış'ı görünce işin hikmetini anladım, demek ki düşman gidiyormuş gibi yapmış, tekrar geri dönmüştü. Birden müthiş bir bombardıman başladı. Kendimi şosenin büklümüne güç attım. Bu seferki ateş hem gayet sık, hem gayet gürültülü idi. Dere mi fazla akisler yapıyor, düşman mı bu sefer hep büyük toplarını kullanıyordu, bilmem, yalnız ben bu ikinci bombardımanı da seyredebilmek imkânını temin için gayet dik, amudî bir vaziyetteki buğday tarlasının yumuşak toprağına gömüle gömüle tepeye çıkmak istiyordum. Yol bulamadım, tam bu sırada bütün vadiyi inleterek, başımızın üstünden ıslık çalar gibi cehennemî çığlıklar çıkararak arka arkaya iki şarapnel geçti.
Ondan sonra yine sükût. Yarım saat hiç ses yok. İkinci bombardımanın yalnız gürültüsünü işitip kendisini göremediğim için, içimde meçhuliyetin verdiği bir endişe vardı. Acaba fazla tahribat oldu mu, acaba nüfusça zâyiat var mı diye zihnimden bir istifham silsilesi geçiyordu. En iyisi kasabaya dönmekti. Akşam yaklaşıyordu. O sırada birkaç jandarmanın himayesinde. bir kazaya uğramasınlar diye, yüzlerce Hıristiyan ailelerinin emin bir mahalde muhafaza edilmek üzere tepeden indiklerini gördüm. Bir taşın üstünde, bunların geçişini seyrettim: Eskimesin diye pabuçlarını eline alarak çoraplarıyla yürüyen yaşlı bir kadın? beyhude vehme kapılarak korktuğu için gözleri kızarmış bir gelin, anlaşılan kalbine iyice emniyet gelmiş olmalı ki, yülüyüşüne bile fazla bir işve vermeye çalışan genç bir kız, kulaklarının arkasından sarkıttığı lüle lüle saçlarıyla Rafael'in elinden çıkmış bir Meryem Ana tablosu gibi, kucağında çocuğunu emziren taze bir kadın hep geçtiler, geçtiler. Onlar, hayatlarından emin ve müsterih, önümden geçerken, bilmem neden, hayalimin gözü önünde de Marmara kıyılarında tuzlu deniz suyu ile şişmiş binlerce ve binlerce dindaş cesetleri canlanıyordu. Baktım, ufukta ince bir bayram hilâli parlıyordu. O, nurlu nazarıyla bu Hıristiyan ailelerinin kasabadaki sıcak ocaklarına kavuştuğuna bakarken, düşündüm ki, ötede, cephenin arkasında, kızıl bir salip kanlı ve lâkayt nazarlarla ne kadar ve ne kadar İslâm ailelerinin mezbahalarda boğazlandığını temaşa ediyor!
Ertesi sabah kalkınca. Tahrip edilen yerleri gezmeye başladım, çarşıda bir dükkânın üst kısmı göçmüş. Osmanlı Bankası'na vardım, bir gülle ile iki pencereyi bir pencere yapmış, hükümet konağına uğradım; deniz cihetindeki köşelerden birinin ortasından kocamanca bir oyuk açılmış. Sahilde yanmış bir kayık iskeleti, yukarı ki mahallelerde rahnedar olmuş iki ev. İşte iki defa bombardıman eden, yüze yakın gülle atan, açık bir ka sabaya şarapnel ve misket savurmaktan çekinmeyen Kılkış'ın yapabildiği bütün tahribat bundan ibaret. Hani dağ doğura doğura bir fare doğurmuş; Kılkış da bütün gün zorlaya zorlaya üç oyuk doğurdu! Size inanılmayacak bir levha .
Düşman bombardımanı başladığı vakit öğle namazı vakti de hulul etmişti. Çarşının her tarafına gülleler düşerken, Şadırvan Camii’nin müezzini; müsterih ve telâşsız, minaredeki ezanını okuyor ve bütün kasaba tarrakalı bir velvele ile sarsılırken, Câminin İçinde kalabalık bir cemaat namazlarını kılıyordu:
Yok, bu imânın önünde her şey secde etmelidir!
Açıksöz 15 Haziran 1921 Salı : 209